Sabahın mahmurluğu geceye mahkumdur az da olsa. O saatlerde aradı dayım Ekrem, ‘ ağabeyim ölmüş, haberin var mı, yoldayım’ diye, tüm imla koşullarını unuttum, ve gerçek ölümdü. Çok ilginçtir ölümden hiçbir zaman korkmadım ama sevmedim de ölümü. Çünkü ölüm , yaşamım tek karşılığıydı. Ve çok ilginç gelebilir, hiçbir zaman, hiçbir kimse ölüm üzerine pazarlık yapamaz. Çünkü yaşam, ölümle elini çeker ve susar. Tartışmanın anlamı yoktur mezarın kazılan sessizliğinde ve soğukluğunda. Ölüm yalnızdır çevresindeki tüm kalabalığa, ağıtlara, göz yaşlarına, üzüntülere rağmen. Aldırmaz, kendi yalnızlığında akıp gider kimselerin bilemeyeceği yolunda. Çırpınmalar, feryatlar anlamsızdır onun için. Artık o buralara ait değildir. Hangi hesap görülür, hangisi görülmez meçhuldedir. Geride bıraktıkları yapar tüm onu ilgilendirmeyen şeyleri. İyi derler, kötü derler, cennete, cehenneme yollarlar. O ilgilenmez bunlarla ve önemli de değildir artık. Yalnızlığının tekil ya da çoğul olduğu da bir türlü bilinmez. Toprağın altı her zaman gizemlidir ve korkutur. Oysa asıl korkulması gereken yer dünyadır ve insanlar bunu bir türlü kavrayamaz. Korku insanı insanlaştıramaz, insanlaşmanın tek yeri yaşanılan dünyada ki bulunma durumumuzdur. Ölümün yalnızlığı, ölünün de yalnızlığıdır aynı zamanda. En çok seviyorum diyenler bile o yalnızlığı geri getiremez, oradan çekip çıkaramaz. Bu yalnızlık dünyadaki kalabalığın dengidir. Çünkü kalabalıklılık aynı zamanda ölüm yalnızlığının ateşleyicisidir. Anlına düşen bukle bukle sarı saçlarını rüzgara verip, elleri kavuniçi rengindeki montunun cebinde ve ablasının ütülediği kahverengi pantolonuyla, kente gelmiş bir köy delikanlısının, Ballıkuyu yokuşundan aşağı İzmir Fuarı’na doğru yürüyüşüdür dayımdan yana anımsadığım ilk anı. Sonrasında Kars’ta Ziya Gökalp İlkokulu’nda okuyuşum ve de iki dayımın (Mazan ve Ekrem) karşımızda bulunan Alparslan Lisesi’nde okuyuşları ve aynı evde kalışımız çalıyor anı kapımı. Arkadaşlarım vardı babaları ortak alanımızdaki lisede okurdu. 1960’lı yıllardır anılarımın zaman haritası. Sonrasında hızlanır yaşam ve anılar elenmeye mecburdur. Daha bulunmamış bir mimarinin delikli duvarlarıdır sanki anıların bellekteki yeri, zorlamayı sevmez. İyi adamdı dayım (dayım olduğu için değil), elinden her iş gelirdi, beyaz yün çorapları ayağının abonesiydi ve yüzü gülerdi, içindeki kanamaları ben bilirdim, söylemezdi. 12 Eylül 1980’le tanışınca bu iç kanamaları daha da arttı. Ve ilk yaklaşımla beni suçlu ilan ettiler. Yüzüme söylemeseler de fısıltı gazetesi öyle çalıştı. Çünkü ben anne sülalesinde üniversite bitirmiş, baba sülalesindeyse ikinci üniversite bitirmiş insandım. Ayrıca her iki sülalede ‘solcu’ olan ve bu bağlamda cezaevine giren ilk insandım. Tehlikeliydim. Benden sonraki günahkarların(!) tek suçlusu bendim. Ki çok sonraları beni, ‘bizim Allah’ımız sensin’ mertebesinden alaşağı edip sıradan bir insan olarak kabul etmeyenler aynı insanlar olacaktı. Çünkü lise öğretmenliği, büyük firmaların muhasebe, personel müdürlüklerini yapmış bir insandım, evim yoktu, yazlığım yoktu, arabam yoktu. Kısaca hırsızlığım yoktu, ne biçim adamdım ben? Dayım kısmen bunu anlasa da bir türlü içselleştirememişti. Uzun süre de içselleştiremedi. Yaşadıkça kavradı ve bana hak verdi. Çünkü yıllar geçmesine rağmen ben aynıydım. Beni bir büyük, dayı olarak her zaman anlamıştır ama öznel durumları bu anlamasını ertelemiştir. Öldü. Ölümü tüm detaylarıyla tanıyan bir insan olarak cenazesinin Kars’a gidişine bile katılacak yol param olmadı. Ne kadar ayıp değil mi? Bana göre ayıp değil, çünkü dostluğum ve sevgim görüntülerle somutlaşmadı hiçbir zaman. Alınanlar alınsın, kızanlar kızsın ama benim dayıma olan sevgimi kendi değerleriyle tartmaya kalkmasınlar. O biliyor ki, öğretmenliğimde kendi öğrencime ya da bir başkasına parayla ders vermedim, paraların oluk oluk aktığı yerde çalıp çırpmadım, solculuğum meclisin solunda oturmakla oluşmadı, komünist diye olmayan bir düzenin temsilcisiyim diye kendimi tanıtmadım ve hep devrimci olduğumu söyledim, gereksiz olanın yıkılması ve yerine gerekli olanın yapılmasıydı benim devrimciliğim. O bunu anladı. Destek oldu mu? Hayır. Ama beni anladı, biliyorum bunu. Azeri duygusallığının doruğunda yaşayan, dinine bağlı ama dinde boğulmayan güzel bir insandı benim dayım. Nüfus müdürlüklerinin yanlışlığımıdır yoksa kendi istemidir bilemem ama Ramazan değil Mazan dayımdı benim ve öldü. Dayı, ne diyeyim? ‘Yerin cennet olsun’ desem, bilmediğim bir hedefi göstermiş olurum, cehennem de aynı sorunu yaşar bende. Ama bir şey söylemem gerekirse dayı, ölmemeliydin, daha vakit erkendi. Ama illa gideceğim diyorsan yolun açık olsun, o tarafı bilmiyorum ama bu tarafta sorumlun benim. Acın unutulur, ama unutulmayan yanın bendedir unutma.
|